29 Haziran 2015
Pazar günü, yani Onur Yürüyüşü'nün olduğu gün, gördüm ki, İstiklal’deki tüm sokak başları tutulmuştu. Yığınla polis vardı. Saat 17.00’den önce, yürüyüş daha başlamadan yerlerini almışlardı. TOMA da, İstiklal’den, endamını gösterip süzüldü geçti. Evet, saatin 17.00 olmasına daha çok vardı ve her nasılsa önceden planlanıp şiddet ekibi yerlerine yerleştirilmişti.
Bu neyin öfkesi, neyin korkaklığı? Ne tür bir inanca sahip olabilir bunu planlayanlar; insanlara zarar vermek, onların gözlerini kör etmek, bacaklarını topal bırakmak için pusu kuranlar? Bayrağını gökkuşağından seçmiş insanlar size ne yapabilir? Dans, kahkaha ve dudak uçuklatan kostümler neyi tehdit edebilir?
Bu sene, Tedxİstanbul’da Sevil Atasoy LGBTİ hakkında konuştu. O salondaydım ben de. “A ha, şimdi üstüne çürük domates atacaklar” sandım, kimse bir şey yapmadı, hatta büyük alkış koptu. Kendi aramızda leb demeden leblebiyi anlıyoruz ama belki mesafeli duranlara, Atasoy’un ifadeleri ile anlatmak lazımdır… İnanın, bilemiyorum. Red mi etmeli, yoksa buyur mu? Bir de bu yolu denemek istedim. Oturdum, konuşmasını deşifre ettim. Hem arayınca yazılı olarak bulmak önemli bu verileri, hem de henüz az kişi izlemiş konuşmayı.
Bugün sizinle bir kaygımı paylaşmaya geldim. Aslında bu kaygının sadece beni ve bu ülkedeki 700 ila 800 bin kişiyi değil, bu salonda bulunan her birinizi teker teker ilgilendirdiğini sanıyorum. Şu önümüzdeki çok kısa zaman dilimi içerisinde vicdanlarınıza ulaşabilir ve sizi harekete geçirebilirsem benim için ne mutlu.
Konuşmak istediğim konu aslında LGBTİ hakları ile ilgili. Yani lezbiyen, gay, biseksüel, trans ve intersekslerle ilgili. Şimdi, benim son otuz yıldır, adli bilimlerin olay yeri inceleme, DNA analizleri, uyuşturucu analizleri, delil toplama gibi konularda çalışan bir biyokimya profesörü olduğumu bilenler, LGBTİ hakları dendiğinde ne anlatacağımı yaklaşık tahmin etmiş olabilirler.
Örneğin bu vatandaşlarımız, çok ciddi şiddet ve kimi zaman da ölümle tehdit edilen ve hatta öldürülen kişilerdir ve böyle büyük bir risk taşırlar. Daha önce kendileri tehdit edilir, ölümle tehdit edilir ya da bu konuda herhangi bir ipucu alırlarsa aynı şekilde polisten de şiddet göreceklerinden korktukları için polise gitmezler, bu nedenle de korunamazlar.
Tanıklar da benzer şekilde genellikle onların yakınları olduğundan yine damgalanmaktan korkar, intikamdan çekinir ve gidip ifade vermezler. Size bu konuşmamda zaman zaman aydınlatılamayan cinayetlerin nasıl soruşturulması icap edildiğini veyahut da DNA bankalarının bir türlü kurulamayışının ne kadar zararlı olduğunu anlatmaya gelmedim. Size ne bu cinayetlerin aydınlatılamayışından ne de önlenemeyişinden aslında devletin sorumlu olduğunu anlatmaya gelmedim. Aslında, konunun benim için bir hayli eski başka bir nedeni var. Ve bunu ilk defa topluluk önünde dillendireceğim için gerçekten bir hayli heyecanlıyım.
Bundan çok uzun yıllar önce, bir kış gecesi, masada oturmuş çalışıyordum. O, biraz ötemde, dolapla kanepe arasında ayakta durmuş bana bakıyordu. Durumda bir gariplik olduğu belliydi. Nitekim biraz sonra aniden konuşmaya başladı ve dedi ki “Başka birine aşığım ve evdekiler bunu bilmiyor.” O anda ne diyeceğimi bilemedim. Nasıl olur diye düşündüm kendi kendime. Yıllardır nasıl oldu da bunu anlamadım. “Kim?” diye sordum. Sanki bir önemi varmışcasına. Bana bir isim söyledi. Hiç cevap vermedim. Ama o andan itibaren hayatımın bütün gidişi değişti. Çünkü adını verdiği bir erkekti. Her nasılsa akıllılık edip nasıl, neden, ne zamandan beri gibi saçma sapan sorular sormadım.
Daha sonra bu konuyu da çok fazla konuşmadık. Kısa bir zaman diliminden sonra da birbirimizden koptuk ve bir daha da hiç rastlaşmadık. Ama o gün, ona sadece teşekkür ettim. Beni böylesine yakın bulup bu çok gizli sırrını benimle paylaştığı için. Çünkü aslında ben o tarihlerde birine yazılan şiirin ya da birisi için yapılan bir bestenin aslında kimin için yazıldığını ve kimin için bestelendiğini insanın en yakınlarına dahi -anneye, babaya, kardeşlere dahi- söyleyemeyeceğini, bir eşcinselin gündelik hayatta, yaşadığı korkunç üzüntüyü bilmiyordum. Daha sonraki yıllarda, elbette bu konuda, bir sürü şey okumaya çalıştım. Ama aynı teşekkürü, on yıl sonra bir başka erkeğe daha yaptım.
Benim üç kez evlenip ayrıldığımı bilenler, bunu onlardan biri sanabilir, yok, bu seferki bir erkek arkadaşım değildi. Kuzey Amerika’nın çok ünlü ve büyük bir polis-criminal laboratuvarında çalışan bir bilgisayar uzmanıydı. Bir kongrede tanışmıştık. İkinci gördüğümde benim yanıma geldi ve dedi ki “Sizinle bir sırrımı paylaşmak istiyorum.” Ve anlattı. İkinci kez…, şaşırmadım. Cesaret bulmuş olacak ki çalıştığı yere de bu durumu söyleyince teşkilattan ayrılmak zorunda kaldı. Üçüncü kez karşılaştığımızda tanımakta bir hayli zorlandım. Gerçi biraz yaşlanmış ve zayıflamıştı. Başka bir şehre taşınmış, üniversiteye girmiş, bir akademisyen olarak, başarılı bir akademisyen olarak hayatını sürdürmekteydi. Ama daha da önemlisi beyaz, uzun, ipeksi saçlarını ensesinde toplamış, zarif ve hoş bir kadındı.
Şimdi daha sonraki yaşamımda aralarında hocalarım, öğrencilerim, meslektaşlarım da olan pek çok LGBTİ ile yaşamım kesişti. Bundan bir süre önce, toplumları bölen, tartışmaları her zaman açmaza götüren bu konu ile ilgili olarak BBC’de bir araştırmanın sonuçları yayınlandı. Bu araştırma Hollandalılar tarafından yapılmış bir araştırma. Ama ondan önce size, bu sorunu dünyada, ülkeleri birbirinden nasıl ayırdığına dair bir iki örnek vermek istiyorum. Mesela California valisi herhangi bir bilimsel ve tıbbi temeli olmadığı için eşcinsel gençlerin tedavisini yasaklamış durumda. Ama buna karşılık dünyanın en kalabalık gay onur yürüyüşlerini düzenlemekle ünlü Brezilya’da her 24 saatte 1 gay öldürülüyor. Bir İngiliz polis karakolu, göndere, dayanışmanın işareti olarak gökkuşağı bayrağı asarken IŞİD militanları eşcinsel gibi davranarak eşcinsel avına çıkıyor, onları Irak’ta, Suriye’de, Libya’da avlıyor, yüksek duvarlardan aşağı atarak öldürüyor. Belki ölmemişlerdir diyerekten de halkın gözünün önünde taşlıyorlar.
İşte böylesine çelişkili bir dünya içerisinde yaşarken BBC bu araştırmayı yayınladı. Bu araştırma dünyanın değişik ülkelerinde, bu arada Türkiye’de de eşcinsellikle ilgili toleransı ölçebilmek için bazı sorular içermiş. Bunlardan bir tanesi de eşcinsel komşu ister misiniz diye bir soru. Bizim ülkemizde cevap veren vatandaşların %85’i, yani 7 kişiden 6’sı hayır demiş. Aynı soruyu psikoloji bölümü öğrencilerime sordum. Kızlar gerçi olaya biraz daha pozitif bakıyorlardı ama onların da çoğu yine erkekler gibi hayır demeyi tercih etti; ama evet diyenlerin ortak çok önemli bir noktası var: O da bir LGBTİ birey tanımış, konuşmuş ya da birlikte çalışmış olmalarıydı.
Şimdi insanlar gerçekten tanımadıkları şeylerden korkarlar. Yüzyıllardır, tarih boyunca, hep yabancı olandan, bilinmezden korkmuşlardır. Korku nefreti doğurur, nefret de şiddeti. Şimdi bu araştırmanın, dolayısıyla sonuçlarını kısmen de olsa anlayabiliyorum; ama anlayamadığım önemli bir şey var, o da Türkiye’nin şu anda bu araştırmanın sonuçlarına göre dünyada eşcinsellere en hoşgörüsüz ülkeler kategorisine içerisine sokulmuş olması.
Bizimle aynı kategoride olan diğer ülkeler Zimbabwe, Gana, Fas, Rwanda, Irak, Güney Kore gibi ülkeler… Aslında bunların neredeyse tamamında eşcinsellik cezalandırılan bir suç. Halbuki bizim ülkemizde son dört padişahımızın babası Abdülmecit zamanında, yani bundan 157 yıl önce eşcinsellik suç olmaktan çıkartılmış. Şimdi, uluslararası lezbiyen ve gay birliği ILGA’nın sayılarına göre dünya genelinde 2 milyar 800 milyon kadar LGBTİ birey yaşıyor. Şimdi, bu az önceki kategori içerisinde bulunan Türkiye ile ilgili olarak bazı şeyleri içime sindiremiyorum çünkü benim ülkem, Cumhurbaşkanı, eşcinsellerin domuzdan da köpekten de daha aşağılık olduğunu söyleyen bir Zimbabwe ile aynı kategoride olamaz. Ya da eşcinsellerin düzeltilmesi için erkeklerin zorla evlendirildiği, kadınların ırzına geçildiği bu ülkeyle aynı kategoride olamaz. Ya da Irak gibi, polislerin ve milislerin aslında yasalarda suç olmadığı halde birer birer kadın ve erkek lezbiyenleri avladığı bir ülkeyle aynı kategoride olamaz. Çünkü bu ülkede çok önemli bazı kararlar alınmış durumda. Mesela sapkın söyleminin aslında anayasaya aykırı olduğunu ve bir suç, nefret söylemi olduğunu karara bağlamış olan bir anayasa mahkememiz var. Aslında, eşcinsel öğretmenin işten atılmasını hukuka aykırı bulmuş olan bir danıştayımız var. Ve 17 yaşındaki oğlunun başına kurşun sıkan ve bir eşcinseli öldürmek için bunu yapan babaya ağırlaştırılmış amcalara müebbet hapis cezası vermiş mahkemelerimiz var. Zabıtlara cinsel tercih yerine cinsel yönelim ibaresini yazdırabilmiş savcılar var. Dolayısıyla Türkiye’de bizim bu Zimbabwe ile ya da Rwanda ya da Gana ile aynı kategoride olmamız doğrusu içimize sindirilebilir bir hadise değil.
Elbette Türkiye ve dünya LGBTİ hakları noktasına böylesine kolay gelmedi. Özellikle eğlence sektöründe çalışanlar bundan çok çok ağır şiddet gördüler; hatta iş yerleri tahrip edildi ve kadına benzeyebilmek için de “duvar” adı verilen ameliyatlar oldular. Bu ameliyatlarla penisleri kesildi fakat yerine vajina yapılmadı. Türkiye böylesine zor bir süreçten geçti.
Şurasını unutmayalım ki İstanbul Belediye Başkanı’nın bir onur yürüyüşüne katılması ve onun önünde bir gökkuşağı bayrağı sallaması için daha çok uzun yıllar var. Yani bir New York valisi gibi ya da Toronto belediye başkanı gibi hareket etmesini beklemiyorum ama bundan 10 yıl önce sadece 30 kişinin katıldığı onur yürüyüşlerine bugün 10 binler katılmakta. Her ne kadar başbakan yardımcımız bir uluslararası platformda eşcinsellere yönelik nefret suçlarının soruşturulduğunu ve ceza indirimine gidilmediğini söylese bile, bu her ne kadar güzel bir söylem olsa da aslında içini doldurabilmiş olduğumuz bir söylem değil, bu doğru değil, çünkü bu insanlarımız gündelik yaşamlarının her alanında, iş yerinde, okulda, hastanede, çarşıda, pazarda sürekli olarak ayrımcılığa uğruyor ve homofobik ve transfobik söylemle karşı karşıya kalıyorlar. Bu insanlar büyük bir depresyon ve anksiyete sıkıntısının içine düşüyor ve hatta alkol kullanıyor, uyuşturucu madde kullanıyorlar ve bu alkol ve madde kullanımı, LGBTİ bireyler arasındaki oranı, diğer, toplumun diğer gruplarından çok çok daha yüksek. İş bulamamak, okuyamamak onları giderek yoksulluğa itebiliyor ve bu yoksulluk da kimi zaman hırsızlık ve seks işçiliğinden başka bir çözüm bırakmıyor.
Halbuki Dünya Sağlık Örgütü’nün 17 mayıs 1990’daki tarihi kararı, yani eşcinselliğin bir hastalık olmadığına dair o tarihi kararının üzerinden tam 25 yıl geçti ve dünyanın diğer ülkelerinde Dünya Sağlık Örgütü olsun, Birleşmiş Milletler olsun bu konuyla ilgili bütün tavsiyelerine uyan, her türlü yasal düzenlemeyi yapan ülkelerinde hatta resmi ve dini evliliklerini dahi tasvif eden 17 ülkesinde de yine LGBTİ bireyler ciddi bir biçimde nefret söylemi ve nefret suçları ile karşı karşıyalar.
Örneğin Türkiye son 7 yılda trans cinayetleri açısından Avrupa birincisi: 35 ölümüz var. Bunun yanı sıra Avrupa’da aynı zaman diliminde öldürülen transların sayısı 57. Avrupa’nın bir çok ülkesi çok gelişmiş yasalara sahip ama gördüğünüz gibi mesele sadece yasalarda değil. Çünkü yüzyıllardır süregelen bir korkudan söz ediyoruz. Yüzyıllardır süregelen eşcinselliğin, tıpkı veba gibi ortadan kaldırılması gereken bir hastalık olduğundan söz ediyoruz. Yüzyıllardır süregelen eşcinselliğin inançlara aykırı olduğu, dinlere aykırı olduğu, günah olduğu, üremeye yaramadığı için doğaya aykırı olduğu inancından geliyoruz. Elbette herkesin kültürüne, geleneğine, inançlarına saygım sonsuz ama bugün artık doğada 500’den fazla türün, kuştan balığa, ördekten kafası dikenli solucana kadar eşcinsel davranışlarda bulunduğunu biliyoruz. Hepsi olmasa bile çok büyük bir bölümünü izah da edebiliyoruz. Şimdi, hal böyle olunca, tabii ki meselenin doğaya aykırı olup olmadığı noktasında bir sorgunun kalmadığını gösteriyor. Doğa eşcinsel davranışı defaatle gösteren bir sistem. Neden olduğunu anlayabilmiş değiliz ama böyle bir olgu var.
Şimdi 66 yıldır geçerli olan bir beyanname var. İnsan Hakları Beyannamesi. Burada bütün insanların, onur ve haklar açısından özgür ve eşit doğduğuna karar vermiş, kabul etmiş ve imza atmış durumdayız. Güven içinde, özgürce yaşam hakkı olduğuna imza atmış durumdayız. “Bütün insanlar” diyoruz. Yani bir bölümü, bazıları değil, dış görünüşünü veya sevdikleri kişiyi…, beğendiğimiz kişiler değil, hepsi için bu haklar geçerli. Ve önemli olan devlet temel haklar açısından devlet hiç kimseyi mahrum edemez. Çünkü demokrasi çoğunluğun yönetiminden öte bir şeydir. Demokrasi cinsiyet kimliği ve cinsel yönelim açısından herkese eşit haklar vermek ve ayrımcılıktan korumak zorundadır. Eksik yasalar değiştirilebilir ama önemli olan zihniyeti değiştirmektir ve zihniyet sadece bilimin ışığında olabilir.
Bilim bize bugün DNA üzerindeki üç bölgede, öncelikli olarak erkek eşcinselliğini mutlaka etkileyen bölgeler olduğunu göstermekte. DNA üzerindeki üç bölgenin başında Xq12 kromozomu geliyor. Bu bölgelerde çok sayıda gen var. İşte henüz hangi genlerin eşcinselliğe yol açtığını bilmiyoruz ama bunların kuşkusuz çok yakın bir zamanda adı da konacak. Buradan da anlaşılan, eşcinselliğin genetik bir boyutu var. Buna ek olarak DNA üzerine metil grupların eklenmesiyle meydana çıkan bazı değişiklikler de cinsel yönelimi etkiliyor. Buna epi-genetik diyoruz. Dış etkenlerin meydana getirdiği epi-genetik değişiklikler…, ama dış etken dediğim zaman sakın ha dominant bir anne, evde olmayan bir baba ya da çocuğun cinsel istismara uğramasının eşcinselliği tetiklediğini zannetmeyin! Bunlar moleküler düzeyde değişiklikler ve daha anne karnında başlayan değişiklikler… İşte durum şu: Her ne kadar moleküler olarak henüz eşcinselliği tam olarak tanımlayabilmiş değilsek de şurası muhakkak ki, davranışı, belki ağır cezalarla değiştirebiliriz ama yönelimi hiç bir şekilde etkilememiz mümkün değil.
Cinsel yönelim ne tercih edilebilir, ne özendirilebilir, ne öğretilebilir, ne seçilebilir. Şimdi, şu kapıdan çıktıktan sonra aslında aşağılanan, ayrımcılığa uğrayan, oturacak ev, gidecek iş, okuyacak okul bulamayan, intihara, depresyona kimi zaman da ölüme sürüklenen insanların, ananız, babanız, kardeşiniz, çocuğunuz, öğretmeniniz, öğrenciniz ama daha önemlisi kendiniz olduğunu düşünün. Ve lütfen bu kapıdan çıktıktan sonra gidin, insanlarımızın beynindeki bu önyargıları silmeye çalışın. Ve nasıl çocuk istismarı, çocuklara bırakılacak bir mesele değilse, kadın cinayetleri ile kadınların başa çıkması mümkün değilse, yani toplumun geneli bu her iki sorunla mücadele etmek zorundaysa benzer şekilde LGBTİ hakları ile ilgili olarak da hepimizin hep birlikte mücadele etmesi gerekir.
Sizden beklediğim kapıdan dışarıya çıktığınızda insanlarımıza cinsel yönelimin tabiatın içinde yaygın bir şekilde tanık olunan bir çeşitliliğin sonucu olduğunu anlatmanız. Sizden beklediğim insan olduğumuzu anlatmanız. Ve her insanın hayatını yaşama hakkı olduğunu ve her insanın istediğini sevme hakkı olduğunu da onlara anlatmanız. Sizi harekete geçirebildiysem ne mutlu bana. Teşekkür ederim.
Sevil Atasoy / Tedxİstanbul LGBTİ konuşması
*Yazı içindeki fotoğraflar: Ufuk Koşar
Çoğu İranlı temel özgürlükler ve demokrasi uğruna canını feda etti
Mad Pride’ın amacı stigma ile mücadele etmek, ‘delilerin’ haklarını savunmak, çeşitli politikalara etki etmek, beraberce güçlenmek, bazen biraz eğlenmek ve misal ‘psikopat’, ‘manyak’, ‘şizo’, ‘deli misin nesin’ demeden önce bir kez daha düşünmeyi hatırlatmak
Kendimiz dışındaki insanların var oluşlarını öldürmeye yeltenmekle övün(e)memeliyiz, bundan olsa olsa utanç duyulur.
© Tüm hakları saklıdır.